“Aysel.” Bana dokunan kişiden uzaklaşarak kıvrıldım.
Gözlerimi açmak istemiyordum. Benden nefret eden bir dünyaya uyanmayı reddediyordum. Tek istediğim, öteki dünyada aileme katılmak için ölüm uykusuna dalmaktı. Yaşayanların dünyasında beni bekleyen acıların ve ıstırabın hiçbirini hak etmiyordum.
“Aysel, uyan.” Beni sarsan kişi vazgeçmeyince gözlerim aralandı. “Monica içeri dalıvermeden önce yemek yemen için beş dakikan var.” Celeste yemek tepsisini bana doğru itti.
“Aç değilim.” Karanlık odamda doğrulurken dudağımdaki kurumuş kanı sildim. “Saat kaç?” Karanlığa ne kadar süre yenik düştüğümü bilmiyordum.
“Sabah oldu.” Celeste sorumu alelacele geçiştirerek yemek tepsisini yeniden bana doğru itti. “Bugün Ay Festivali devam ediyor. Seni bekleyen bir sürü iş var, o yüzden görevlerini yaparken bayılıp kalmadan önce hemen yesen iyi olur.”
Bugün çalışırken bayılmak kötü olurdu ama midem sanki kördüğüm olmuştu, içine tek bir lokma bile kabul etmiyordu.
Üstümü değiştirmek için sendeleyerek ayağa kalktım. Ay Festivali, yılda bir kez düzenlenen kutsal ve saygıdeğer bir etkinlikti. İster alakasız bir omega olayım, ister güçlü bir alfa, kanlı bir elbiseyle ortaya çıkıp bu festivali mahvetmek aptallık olurdu.
Sırtım ona dönükken kıyafetlerimi çıkardığımda Celeste keskin bir nefes çekti. Aynaya bakmaya gerek yoktu; ne gördüğünü biliyordum ve zaten bir aynam da yoktu. Bethel'in kemerinin acısını sırtımda sanki birkaç dakika önce olmuş gibi hissediyordum.
Temiz, siyah bir gömleği üstüme çekerken dişlerimi gıcırdattım; kumaşın sert dokusu açık yaralarıma sürtünüyordu.
“Onunla konuşacağım,” diye yemin etti en yakın arkadaşım. Ona keskin bir bakış atarak döndüm.
“Sakın cüret etme.”
Celeste bu sürüde neler çektiğimi anlamıyordu. Beta’nın kızı olduğu için herkes onu seviyor ve ona hayranlık duyuyordu. Güzel, çilek sarısı saçları ve iri, anlamlı ela gözleri vardı. Tıpkı ailesi gibi o da bir betaydı. Ailesi hiçbir zaman alfanın yerini gasp etmeye çalışmamıştı. Celeste’nin kişiliğindeki tek leke, benimle olan arkadaşlığıydı.
Dünyaya dair idealist bir bakış açısı vardı, her şeyin daha iyi olabileceğine inanıyordu. Bana yardım etmek istiyordu ama ne zaman müdahale etse, işler daha da kötüye gidiyordu.
“Bunu sana yapamaz! Her yerin yara bere içinde!” Yumuşak sesi bir çığlığa dönüştü.
“Yapabilir ve sen bu konuda tek kelime etmeyeceksin.” Niyeti iyiydi ama benim gerçekliğimden öyle bir kopuktu ki, bazen onunla konuşmak zorlaşıyordu.
Bir kırbacın insana ne hissettirdiğini bilmiyordu. Öksüz ve yetim olmanın nasıl bir his olduğunu bilmiyordu. Uzun ve meşakkatli bir iş gününün ardından midesi açlıktan kasılırken ve gözleri yaşlarla doluyken yatağa girmenin ne demek olduğunu asla anlayamayacaktı. Yaşadıklarımı en büyük düşmanımın bile yaşamasını istemezdim ama o, sanki yeterince çabalamamışım, sanki haddinden fazla denememişim gibi gösterdiğinde, beni yalnız bırakmasını diledim.
Skylar ve çetesinin bana yaptıklarını kime anlatabilirdim ki? Alfa, benim ailem yüzünden Luna'sını kaybetmişti. Beta benden nefret ediyordu. Başka kime sığınabilirdim? Onlara haykırsam çığlıklarımı kim dinlerdi? Ailem Redville sürüsüne ihanet etmişti ve onların eylemlerinin sonuçlarına katlanmak benim kaderimdi.
“Aysel, lütfen.” Yanıma yaklaşıp ellerimi avuçlarının içine aldı, iri gözleri dolmuştu. “Sana yardım etmeme izin ver.” Ellerimi onunkilerden çektim, bir duvara döndüm.
Bana uzanacak her türlü yardıma ihtiyacım vardı ama Celeste yeterince denemişti. Ondan denemeye devam etmesini isteyemezdim. Eğer abisine bana yaptıklarıyla ilgili hesap sorsaydı, abisi Bethel ve iki kemerle geri gelirdi.
“Aysel.” Monica kapımı tıklattı. “Çık dışarı. Kimse seni uyuman için beslemiyor,” diye bağırdı dışarıdan.
Saçımı toplarken, “Geliyorum,” diye seslendim.
“Sen kime bağırıyorsun?” diye kükredi Monica.
“Celeste–”
“Lucien'le başa çıkamam ama Monica'yı hallederim.” Omuzlarını dikleştirdi ve içinde uyuduğum soğuk ve nemli köşeden kararlılıkla çıktı. İyi bir arkadaştı. Bunca yıldır o olmasaydı nasıl hayatta kalırdım bilmiyordum. Sürüm beni defterden sildikten sonra yıllarca yanımda kalan tek kişi oydu.
O gün yemek yiyemedim ama odamdan çıkmayı başardım. Bunun için yalnızca Ay Tanrıçası'na şükredebilirdim. Sürüler arasında şükran sunmak ve eğlenmek için yıllık bir kutlama olan Ay Festivali'ni o yaratmıştı. Önümüzdeki hafta boyunca pişirilecek çok sayıda yemek, silinecek salonlar ve servis edilecek şampanyalar olacaktı. Redville'in bulabildiği her ele ihtiyacı olacaktı, bu yüzden kimse beni uzun süre kilitli tutmazdı.
Diğer omegalar bu dönemde yapmak zorunda oldukları onca işten şikâyet ederdi ama ben etmezdim. Onların uyuyacak yatakları olan odaları vardı. Benim böyle bir konforum yoktu. Yatağım artık yatak sayılmazdı. Odamda hiç aydınlatma yoktu ve karanlık beni korkutuyordu. Üstüme ne kadar kıyafet yığsam da o nemli odanın soğuğundan asla kaçamıyordum.
Çalışmak, aklımı hayatımda düzeltilebilecek onca şeyden uzaklaştırıyordu. Çalıştığımda tüm çabamı, tüm enerjimi ve gücümü harcıyordum ki işim bittiğinde, vücudumun her yeri ağrılar içindeyken odamın karanlığına gidip göz açıp kapayıncaya kadar uykuya dalayım.
“Sadece hızlıca bir şeyler atıştırmak istiyorum! Tanrıçam, ne kadar yapışkansın!” Bu sabah kullanılan tavaları ovalarken Skylar'ın soprano sesi mutfağın hemen dışından duyuldu.
Kalbim ağzıma geldi, ellerim tavaları ovaladığım kirli suyun içinde donakaldı. Ağzım kurudu ve gözlerim etrafta dört dönerek bir çıkış yolu ya da kaybolacak bir yer aradı.
Beni görmemeliydi!
Farkına bile varamadan, ellerim suda titrerken gözyaşları yanaklarımdan süzülmeye başladı.
Ayak sesleri yaklaştı ve son bir çaresizlik anıyla, açık dolabın içine fırladım ve kapıyı arkamdan kapattım.
Nefes almak zorlaştı. Karanlık dolabın içinde saklanırken alnımda ter damlaları birikti, ayak sesleri mutfağa girince irkildim. Nefesimin beni ele verecek kadar yüksek çıkmasından korktuğum için nefes almaya cesaret edemedim.
Ellerimi enseme götürdüm, tenim yanıyordu. Dar alanlar beni dehşete düşürürdü. Başımı döndürür, ellerimi karıncalandırır ve bacaklarımın kaskatı kesilmesine neden olurdu. Küçük, karanlık dolap üzerime kapanarak tüm vücudumun titremesine neden oluyordu.
Dolabın bana tanıdığı o küçücük alanda dizlerimi göğsüme çekip öne arkaya sallanıyordum. Dudaklarım titriyor, tuzlu gözyaşları aralık ağzıma akıyordu. Hıçkırdım ama mutfaktaki hareket bir saniyeliğine durunca elimi ağzıma bastırdım.
Beynim onun hareketlerine odaklandı, mutfakta gezinmesini dinlemek için nefesimi tutmaya zorladı. Tam o sırada, içinde saklandığım dolabın önünde durdu. Korku dolu bir inlemeyi bastırmak için parmak boğumlarımı ağzıma soktum.
“Bu berbat koku da ne?” diye kıkırdadı. Gözlerimi sımsıkı kapattım, sarsak sallanma ritmim durdu. “Cevap veremeyecek kadar iyi misin?” Benimle konuşuyordu ama cevap veremezdim. Sessiz kalmak, ondan saklanmak için ağzıma tıkadığım elimi çekemiyordum.
“Yeni hücrende iyi eğlenceler.” Ellerim saliseler içinde ağzımdan fırladı.
“Skylar, lütfen–” Dudaklarımdan bir hıçkırık kaçtı. Cevabı alaycı bir kıkırdama oldu.
“Rahat, değil mi?” diye güldü. Dışarıdan sürgülenen dolap kapısını iterken onun ayak sesleri uzaklaştı.
“Skylar! Skylar, lütfen!” Kapıyı ittim, dünya etrafımda dönüyor, karanlık beni yutmak için üzerime çullanıyordu. “Lütfen bana bunu yapma.” Dar alanlar beni dehşete düşürürdü. Ah Tanrıçam, lütfen. “Skylar, lütfen, beni bırakma! Beni içeri kilitleme.” Onun için çığlık attım ama ben çığlık atarken, dünya etrafımda daralırken, onun beni o küçük dolap boşluğunda çoktan bırakıp gittiğini biliyordum.
Daha defalarca nefesim kesildi, başım şişiyordu.
“Skylar!”
Omzumu dolabın ahşap kapısına dayadım ve yorgun bedenimdeki tüm güçle ona vururken kapı kırılana dek onun adını haykırdım. Göğsüm hızla inip kalkarken dolaptan dışarı fırladım, karşımdaysa bir fincan kahve karıştıran Alfa Zavier duruyordu.
















