Çoğu kadının neredeyse evrensel kabul edeceği pek çok deneyim vardır. Bu deneyimlerden biri de karanlık çöktükten sonra bir yere yürümek zorunda kalmaktır. Çoğu zaman sinirleri geren bir tecrübedir bu.
Anahtarlarınızı gerginlikle sımsıkı kavrar, etrafa kaçamak bakışlar atar, iyi aydınlatılmış alanlardan gitmeye ve sokaktaki insanlardan uzak durmaya çalışırsınız. Ama asıl sorun şu ki, bu sokakta başka hiç kimse yok. Peki, bu neden bir sorun olsun ki?
Sorun şu; eğer bu sokaktaki diğer tek kişi bensem, neden arkamda ikinci bir çift ayak sesi duyuyorum? Tüm dikkatimi vererek tetikteyim, etrafı ihtiyatla kolluyorum ama kimseyi göremiyorum. Adımlarımı sıklaştırıp biraz daha hızlı yürüyorum; birinin beni kovalamasına yol açmamak için koşmaya çekiniyorum. Ayak seslerinin beni takip eden birine ait olduğunu varsaymam tuhaf mı? Belki. Ama bu hissi bir türlü üzerimden atamıyorum.
Bugün mahalledeki anaokulunda çalışırken birkaç kez üzerimde bakışlar hissetmiştim ama her seferinde bir çocuk ağlamaya ya da kavga etmeye başlıyor, ben de bunu unutup gidiyordum. Ancak şimdi karanlıkta eve yürürken o anların hepsi zihnime üşüşüyor. Ah Bay Rollinson, kızını almak için neden bu kadar gecikmek zorundaydın sanki? Genelde hava kararmadan eve varmış olurdum. İşyerimden sadece birkaç dakika uzakta oturuyorum. Ama bugün arayıp gecikeceğini söyledi.
Personelin en yeni ve en deneyimsiz üyesi olarak, çocuk eve gidebilsin ve sonrasında dükkânı kilitleyebileyim diye onu beklemek bana kaldı. Sonuç olarak da karanlıkta eve yürümek zorunda kaldım. Bir Uber falan çağırmalıydım ama parayı boşa harcamak istemedim, ne de olsa yürüyerek kısa mesafe diye düşündüm. Uber gelene kadar muhtemelen evde olurdum! Şu an bu kararımdan bin pişmanım. İçinde bulunduğum durumun hızlı bir zihinsel değerlendirmesini yapıyorum. Evden yaklaşık on dakika uzaklıktayım.
Koşarsam belki daha kısa sürer ama hiç o kadar atletik biri olmadım, üstelik astımım var, yani koşmak muhtemelen kötü biterdi. Kendimi savunmak için elimde pek bir şey yok; sadece zaten sıkı sıkı tuttuğum anahtarlarım, el çantam ve boş sefer tasım var. Ayakkabılarım düz tabanlı siyah botlar, en azından hareket etmek için iyiler.
Bütün gün ufaklıkların peşinden koşmak için sağlam ayakkabılara ihtiyacınız vardır. Kot pantolonum ve üzerinde anaokulunun renkli logosu bulunan uçuk pembe tişörtüm, kalabalığa karışmak veya saklanmak için hiç de elverişli değil ama tek şansım bu olabilir. Uzun kahverengi saçlarım, uçlarında hafif dalgalarla gevşek bir at kuyruğu şeklinde arkada toplanmış durumda. Bu sabah evden çıkarken bukleliydi ama bütün gün dayanmadı.
Şu an bunları düşünmek ne kadar da anlamsız. Yine de, en azından saçlarım önüme gelmiyor, gerçi aniden bir at kuyruğunun ne tür sorunlara yol açabileceğini hayal etmeye başladım. Bir saldırganın saçımı arkaya doğru çekmesi, saçım topluyken mi yoksa açıkken mi daha kolaydır? Bu gerçekten de okulda bize öğretilmesi gereken türden bir şeymiş gibi geliyor.
Belki yardım için birini arayabilirim ama kimi? Polisi mi? Buraya gelmeleri sonsuza dek sürer, eve koşmak daha hızlı olur. Ayrıca ne diyeceğim ki? Benimle aynı sokakta birinin OLABİLECEĞİNİ düşünüyorum ve beni takip ettiğini VARSAYIYORUM mu diyeceğim?
Evet, aceleyle geleceklerinden şüpheliyim. Erkek kardeşim Damien'ı deneyebilirim. İstersem gelirdi ama o bir itfaiyeci ve bu gece geç vardiyada çalışıyor. Yani ya bir acil durumla uğraşıyor YA DA itfaiye istasyonunda. Onun gelmesi de polisin gelmesi kadar uzun sürer.
Tamam, yeni plan. Hava karanlık ama saat O KADAR da geç değil. Belki yakınlarda sığınabileceğim açık bir dükkan veya iş yeri vardır. Bu kişi her kimse yoluna gidene kadar oyalanabileceğim insanların olduğu bir yer. Ya da beni evin geri kalan yolunda götürecek bir Uber çağırana kadar bekleyebileceğim bir yer. Etrafı araştırıyorum ama çevremdeki tüm binalar karanlık görünüyor.
Kahretsin, kahretsin, kahretsin! Düşünmeden sağdaki bir ara sokağa sapıyorum. Artık eve doğru gitmiyorum ama bu tarafta bir benzin istasyonu falan olduğundan eminim. Şu noktada ne olduğu umurumda değil, yeter ki iyi aydınlatılmış ve içinde insanlar olsun.
Çok geçmeden o dönüşün bir hata olduğunu anlıyorum. Belli ki yönümü şaşırmışım. Sokaklar aslında giderek daha da karanlıklaşıyor ve benzin istasyonundan eser yok. Arkamdaki ayak sesleri yaklaşıyor.
Kalbim küt küt atıyor ve böyle serin bir gece için haddinden fazla terliyorum. Daha hızlı yürüyorum, at kuyruğumun omuzlarıma çarptığını hissedebiliyorum. Göğsüm sıkışıyor; ya astımdan ya endişeden ya da belki ikisinin karışımından.
Muhtemelen inhalerimi kullanmalıyım ama şu an durup çantamı karıştırmaya niyetim yok. Arkamdaki ayak sesleri o kadar gürültülü ki, arkama hızlıca bir bakış atmayı göze alıyorum ve sonunda onu görüyorum. Uzun, sırık gibi bir adam. Keçeleşmiş saçları ve sağlıksız solgunluğuyla bakımsız görünüyor. Göz göze geliyoruz ve gözleri bir yerden ışık almış olmalı ki tuhaf bir sarı renkte parlıyor.
Adam bana sırıtıyor ve adımlarını açarak bana yetişmeye başlıyor. İşte bu kadar, onu görmemiş gibi davranmanın bir anlamı yok. Çantamı ve sefer tasımı göğsüme bastırarak koşmaya başlıyorum. Fena halde panikliyorum, nefes alamıyorum ve sanırım kaybolmuş olabilirim. Her yer karanlık ve nereye gideceğim hakkında hiçbir fikrim yok. Rastgele bir kapıyı çalıp yardım için çığlık atmayı düşünürken o sesi duyuyorum.
Aşağıda sağ tarafımda müzik sesi geliyor. Tam olarak nerede olduğunu bilmiyorum ama hemen sağa kırıp o yöne doğru yöneliyorum. Ciğerlerim yanıyor ve biraz başım dönüyor. Yeterince oksijen alamadığımı düşünüyorum ama yine de zorluyorum. Müzik sesi yükseliyor. Sesin geldiği binayı görebiliyorum, pencerelerinde ışıklar yanıyor. Oraya doğru koşturup kapıyı asılıyorum ama açılmıyor.
Kahretsin, kapı kilitli! Elbette kilitli, burası binanın arka tarafı. Binanın hangi tarafında olduğumu kontrol etmeden bir ara sokağa daldım. Ve şimdi, benim gibi bir dahi, gidecek hiçbir yeri olmayan çıkmaz bir sokakta kapana kısıldı. Belki adamı atlatmışımdır? Arkamı dönüyorum ve onun sadece birkaç metre ötede durduğunu ve istikrarlı bir şekilde yaklaştığını fark edince çığlığı basıyorum.
Gözlerindeki o sarı parıltı geri gelmiş. Başka ne yapacağımı bilemediğimden sefer tasımı ona fırlatıyorum. Oldukça anlamsız bir hareket. Elinin tersiyle itip bana hırlıyor. Hah? Hırlamak mı? Kim insanlara hırlar ki? Anahtarlarımı bir silah gibi önümde tutarak sıkıca kavrıyorum.
İşe yaramaz, anlamsız bir silah; bana zerre kadar faydası olmayacak çünkü şu an nefes bile alamıyorum, kaldı ki benden muhtemelen otuz santim daha uzun bir adamla dövüşeyim. Bana doğru bir adım daha atıp binanın penceresinden süzülen ışığın altına giriyor ve şimdi yeterince oksijen alamadığımdan eminim çünkü burada ters giden bir şeyler var.
Avurtları çökmüş, hastalıklı bir solgunluk sandığım şey aslında grimsi tüylerle kaplı, tamamen deforme olmuş bir yüz. Aslında adamın tüm vücudunda, tüylerinin yarısını dökmüş hasta bir köpek gibi öbek öbek tüyler var. Bahse girerim bu adamın pireleri falan vardır. Bana tekrar sırıtıyor, dehşetimi keyifle izliyor ve şimdi dişlerini, daha doğrusu sivri dişlerini görebiliyorum. Bu yaratık da neyin nesi böyle? Var gücümle çığlık atıyorum ve anahtarları tutmayan elimle arkamdaki kapıyı yumrukluyorum.
“BİRİ BENİ İÇERİ ALSIN. LÜTFEN YARDIM EDİN. LÜTFEN! YARDIMA İHTİYACIM VAR, NE İSTERSENİZ YAPARIM LÜTFEN!” diye bilinçsizce haykırıyorum. Yaratık bana uzanıyor. Anahtarlarımı ona doğru savuruyorum ama bileğimi yakalayıp beni öne doğru çekiyor. Bileğime bir şeyin dişlerini geçirdiğini hissediyorum ve kanımı akıtan pençeli parmaklarını görüyorum. Nefes alamıyorum, bu kadarı çok fazla. Görme yetim bulanıklaşıyor. Arka sokakta ölmek üzereyim ve son düşüncem şu: Keşke Bay Rollinson bu kadar gecikmeseydi.
















